Aşk ve Evlilik
İnsanoğlunun farklılıkları yanında benzeştiği ortak ihtiyaçları da var; sevilmek, takdir edilmek, duyulmak, bağlanmak, kabul edilmek, ait olmak, aşık olunmak, kendin olmak vs. Bu kendini bulma ve kendin olma sürecinde, özellikle çocukluktan ve ergenlikten yarım kalmış işlerimizi ve giderilmemiş ihtiyaçlarımızı farkında olmadan yeniden bugüne ve bugünkü ilişkilerimize taşıyoruz; en çok da sevgili, eş ve çocuklarımızla olduğu gibi en yakın ilişkilerimize.
Aşk, herkesin birbirine benzer biçimde hissettiği bir ihtiyaçdan doğar. Genelde de duygusal yoğunluk yaşadığımız dönemde aşık oluyoruz. Bu duygusal yoğunluk ister neşe, ister hüzün, ister korku, ister kaygı, ister meraktan kaynaklansın kişiyi aşk denilen tutkuya daha yakın hale getiriyor. Freud, aşkın benlik (ego) ile nesne arasındaki sınırları tehdit ettiğini söylemiştir. Çünkü aşk öylesine bir kaynaşma ihtiyacıdır ki ünlü psikiyatrist Prof.Dr. M. Zihni Sungur’un ifade ettiği gibi ‘ben’lerin ‘biz’ olabilmek pahasına yok olmasını göze alabilmekteyiz.
Zıt kutuplar zaman zaman birbirini çekse de genellikle ortak ilgi alanlarımıza, benzer dünya görüşlerimize ve değer yargılarımıza sahip kişilere aşık oluyoruz. Ortak ilgi alanları, değer yargıları ve dünya görüşleri olan insanlar birbirini çekerken aynı ortamda büyüme, aşinalık gibi özelikler insanları iter. Benzer etnik, sosyal, eğitim ve ekonomik özellikleri olan, benzer tutum, beklenti, beceri ve çekicilik düzeyine sahip ancak geçmişte fazla tanımadığımız kişiler aşk için ideal partnerler olabilir. Bununla birlikte sanal dünyanın giderek daha egemen olduğu yaşamda, insanlar tamamen farklı kültürlerden gelen, farklı inanış ve değerlere sahip olan kişilere de kapılıp aşık olabiliyorlar. Farklı özellikler taşıyan insanlar enteresan, farklı ve hepsinden önemlisi yenilikçi gelebiliyor. Farklılığın çekiciliği nedeniyle yeni ve farklı kişilere yönelsek de güven duygusunun eksikliğini hissettiğimizde eski ve alışılmışa döneriz. Bu, insan yaşamının vazgeçilmezlerinden biridir. Zaten aşk; ‘farkındalık olmaksızın yani hesapsız sevebilme gücü’ olarak tanımlanmaktadır.
Aşkla başlayan birlikteliklerin en önemli özelliği, çiftlerin birbirlerinde görmek istediklerini görmeleridir. Aşıklar ihtiyaç duyulan hemen her şeyin, aşık olduğu kişide mevcut olduğunu varsayar. Aşık olduğumuzu sandığımızda, aslında o insan üzerine yansıttığımız imgeye yani tıpkı ünlü psikoterapist Fatma Torun Reid’in ifade ettiği gibi kendine ait gereksinimleri ve arzularıyla gerçek bir şahsiyete değil, bilinçdışı çocukluk özlemlerimizi tatmin edebilecek bir kaynağa aşık oluruz. Gördüklerimiz sadece karşı tarafın pozitif yönleri değil aynı zamanda kendimizi tamamlayan ve/veya tanımlayan özelikleridir.
Aşk aslında bilgisizlikten ve hayal gücünden beslenir. Sevgililer birbirlerini sürekli yücelterek, birbirlerine dair tamamlanmamış bakış açılarını korudukları sürece, bilinç dışı bir dünyada yaşamaya devam ederler. Lambalarımızı yakıp aşık olduğumuza ilk objektif bakışımızı attığımızda ise onların tanrı ya da tanrıça değil, birtakım kusurları olan insanlar olduklarını keşfederek, görmeyi azimle reddettiğimiz bütün o olumsuz kişilik özelliklerini fark ediyoruz. Günlük hayatın içinde gördüğümüz sevgili, hayalimizdeki sevgiliye ters düştüğünde de hayal kırıklığına uğruyoruz. Oysa yetişkin olmak; kişisel ve ortak yaşamın sorumluluklarını alabilmeyi, eşinin farklılıklarına saygıyı, uzlaşma, karar alma, iletişim kurma gibi bazı becerilerle donanmış olmayı gerektirir. O halde; ‘Eşlerin bir ilişkiyi sahiplenebilecek kadar sorumluluk almaya hazır, o ilişkide boğulmayacak ve boğmayacak kadar özgür olmaları’ sağlıklı bir ilişkinin ön koşuludur diyebiliriz.
Evliliğinizde iyi niyet ve gayretle, bir miktar da karşı tarafın özeni ve emeğiyle, gerçek sevgilinizi hayalinizdeki sevgiliye ters düşen taraflarıyla kabul edebilir ve onun farklı güzelliklerini keşfetmeye çalışırsanız, o zaman ilişkinizdeki romantizmi de tümüyle yitirmemiş olursunuz. Unutmayınız ki seçmiş olduğumuz eş asla mükemmel olmayandır çünkü mükemmel bir insan yoktur.